“Hep aynı sorunları yinelemek, pek ilerleyemediğimizin kanıtıdır. Aynı şeyden geleneksel şikâyet, gericiliktir.”    Ferhan ŞENSOY

Bir insanın kendisine yapabileceği kötülüğü bir başkası ona yapamazmış." denir halk arasında.

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanının kendisine yaptığı kötülüğü de yedi düvel bir araya gelse ona yapamazdı. Ama şunu da ifade edelim ki, sadece o değil, bu ülkedeyaşayıp da sorumlu mevkilerde oturan daha nice âdem evlâdı çoğu kere ne yaptığının farkında olmaksızın kendisine benzer kötülüğü yapmakla meşgul. Âdeta bir zafiyet hâline gelen popüler kültür çılgınlığı idarecilerimizin kendilerini bozuk para gibi harcadığı bir mecraya dönüşmüş durumda.

Oturduğu koltuğu emir verme makamı olarak telakkî edip çapının genişlemesine paralel olarak sorumluluğunun da arttığını göremeyen ve tabiatıyla daha dikkatli olması gerektiğini kavrayamayan bu şahıslar çevrenin de tesiriyle çok kolay bir şekilde popüler kültürün ağına düşüyorlar.

Maalesef birçoğu oturdukları makamın ateşten gömlek olduğunun farkında değil. Ayrıca yine pek çoğunun zihin dünyaları zayıf, irfanî derinlikleri de ortalamanın altında. Bunun tabiî sonucu ise öngörü eksikliği şeklinde ortaya çıkıyor. Bu eksikliğin en bâriz tezâhürü ise mevkidaşlarının yaptıklarını taklitle varlık göstermeye çalışmak. Yani birbirinden kopya edilmiş festival ve organizasyonlar düzenleyerek hizmet ettiklerini sanmak.

Ne kendilerinin ne de istihdam ettikleri kadroların zihin ve gönül dünyasında farklı ufuklara yelken açabilecek bir vizyon ve derinlik var. Bizim muhafazakâr bildiğimiz bir düzine siyasetçi de ne yazık kibu akıntıya kapılmış durumda. Hepsi de istisnasız aynı değirmene su taşıyor.

Yıllardan beri bu ülkede israf alabildiğine eleştiriliyor.

Peki, bu konuda bir arpa boyu yol alındığını gördük mü?

Hiç bugüne değin kalıcı bir adım atıldığına şâhit olduk mu? Kimse zihnini fazla yormasın, bunun tatmin edici bir cevabı yok. Ayrıca bu israf furyasının son bulması da öyle düşünüldüğü kadar kolay değil. Zîrâ bu savurganlığın temelinde daha derin sebepler yatıyor. Ve bu toplumda yaşayan insanların önemli bir kısmı da az ya da çok bu vebâle bir şekilde ortak.

Yıllar evvel Bergama Kermesi öncesi şahsen tanıdığımız bir hanımefendinin yakın akrabası fecî bir kazada can vermişti. Her yıl kermes bünyesinde şehre davet edilen sanatçıların Asklepion’da verdikleri konserleri kaçırmayan o hanımefendi o yıl biraz yakınlarından çekindiği biraz da çevre baskısı nedeniyle etkinliklere katılamamıştı. Yüreğine oturmuşolacak ki takip eden günlerden birinde rahmetli valideme iç geçirerek o yıl konserlere gidememekten duyduğu eksikliği şöyle yansıtmış: “Çok güzel oluyordu. Ama sen de biliyorsun ki bu yıl gidemedik.”

Kimseyi ne eleştiriyor, ne de kınıyorum. Zîrâ benzerlerine bu toplum içinde her zaman
rastlamak mümkün. Ben burada yalnızca cemiyet olarak bizi avucunun içine alan bir zafiyete neşter vurmaya çalışıyorum.

Bazıları medya fenomeni de olan bu şahıslardan herhangi biri Anadolu’da turneye çıktığında ya da büyük şehirlerde konser verdiğinde halkın onları yakından görmek, her biriyle fotoğraf çektirmek için can attığını, onun için meydanlara koştuğunu bilmiyor muyuz? Erzurum gibi üç yüz elli bin nüfusa sahip muhafazakâr kimliğiyle öne çıkan bir doğu vilâyetimizdeki yaz konserine bile halkın üçte birinden fazlası akın ediyorsa, durup da bir düşünmek gerekmez mi?

Bugün herkes Ankara’da yaşanan rezaleti konuşup günah keçisi arıyor. Hâlbuki o aysbergin görünen yüzüdür. Ülke genelindeyse daha birçok belediye yıllardan beri siyasi parti ayrımı olmaksızın harıl harıl böyle konserler düzenleyip milyonları kestane fişeği gibi havaya savurmakla meşgul.

“Siz nasılsanız, idarecileriniz de öyle olur.” buyuruyor Hazreti Peygamber. O yüzden de bu tür etkinliklerin sorumluluğu bütünüyle onların üzerine yıkılamaz. İdareciler halktan bağımsız olmayıp arkalarındaki kitlenin arzu ve temayülüne göre hareket eder. Onlar anlayış ve dünya görüşleri farklı da olsa kitlenin talebini görmezden gelemezler. O yüzden de bu mes’eleye yaklaşırken herkesin evvelemirde kendi nefis ve vicdanını sîgaya çekmesi lazım.

Yaşanan fiyaskodan sonra televizyonlarda konuya ilişkin yapılan yorumlara hâkim olan
seviye bile millet olarak sınıfta kaldığımızın delilidir.  İşin esasından ne kadar uzak olduğumuzun ispatıdır.

Ekranlarda boy gösteren yorumcuların tamamına yakını harcanan paranın çok, kimisi de tercih edilen sanatçının cumhuriyet değerlerini yansıtmadığı yönünde görüş bildirdi.

Evet,hepsi maliyetin yüksek, sanatçıya ödenen ücretinse astronomik olduğunda birleşti ama birkaç saatlik konserin millete ne kazandırdığını sorgulamadı. Aralarından hiçbiri bu tür organizasyonların cemiyete ne kattığı üzerinde durmadı. Yani asıl tartışılması gerekene dokunmadı.

Bu nevi harcama ve etkinliklerin büyük ölçüde gereksiz olduğu gün gibi ortadayken kimse onun üzerine gitmedi. Kısacası kültür-sanat kamuflajı altında sergilenen hokkabazlığın son bulması gündemde yoktu. O yüzden de cahilliğe, hoyratlığa ve kültürsüzlüğe verilen primin artık kesilmesi gerektiği vurgulanmadı.

Televizyonda konuyu tartışanlardan hiçbiri bu tür organizasyonlar sınırlandırılsın bile demedi. Faaliyetlerin daha faydalı alanlara kaydırılması gerektiğine işâret etmedi. Hepsinin ortak derdi, konserin daha ucuza mal edilebileceğiydi. Kısacası kimse mes’eleyi derinliğine analiz edip gerçek bir tartışmanın fitilini ateşlemedi. Hattâ “Eğlenmek milletin hakkıdır.” denilerek savurganlığa kılıf uyduruldu.

Sadece yapılan masrafın muâdillerine göre yüksek olduğu belirtilerek daha düşük tutulması gerektiğine işâret edildi. Fakat onların bile külliyetli miktarlara tekabül ettiğini kimse görmek istemedi.

Düzenlenen etkinliğin milletin kültür-sanat zevkine yaptığı katkı irdelenmedi. “Verdiğimizin karşılığında ne alıyoruz?” diyen olmadı. “Ülke iktisadî müzâyaka içindeyken bu benim neme be!” diyen bir Allah’ın kulu çıkmadı.

Medyamızın mâhir olduğu hususlardan biri de asıl tartışılması gerekenin üzerini hazâkatle örtmektir. Büyük laflar eden yorumcuları gördüğünüzde sanırsınız ki televizyon ekranlarında her şey tartışılıyor. Ama kazın ayağı öyle değil. Halkı aydınlatmaktan ziyade bir manipülasyon aracı olan medya asıl tartışılması gerekenin üzerini örtmek için var.

Medyanın gizli misyonu, tartışmaların üzerine oturduğu zemini ve gideceği istikameti belirlemek.

Tartışılan bir konunun derinlerine inilmesini önleyip işin en can alıcı noktasının üzerine bir “sus” perdesi çekmek. Bir gündem oluştuğunda suni tartışma zeminleri oluşturup tartışmaları onun üzerinden götürerek asıl tartışılması gerekenin kıyısından bile geçmemek.

Basın ve televizyonlarda köşe kapmış anlı-şanlı medya santrforlarını görmüyor musunuz?

Topu hep orta sahada çeviriyorlar. Daha derinlere inerek işin püf noktasına dokunmuyor hiçbiri. Çünkü kimse zihin konforunu bozmaktan yana değil. Şimşekleri üzerine çekeceğini, keyfinin kaçacağını o da biliyor.

En başta da içinden çıktığı dünyanın gadrine uğramaktan çekiniyor. O yüzden de zülfüyâre dokunmuyor.

Düzenlenen kutlama ve festivallerin ve bu tip organizasyonlara harcanan paraların hata olduğuna, sehven yapıldığına beni kimse inandıramaz. Hata yapmak insanidir ve herkes de hata yapabilir. Yalnız artık bazı hatalar yapıla yapıla yalama hâline gelmişse hata olmaktan çıkarak bilinçli bir tercihe dönüşmüş demektir. İşte o zaman ben bunun altında başka şeylerararım. Ne Ankara Belediye Başkanının icrâatında ne de diğer belediyelerin bu konudaki yaklaşımında hata denilebilecek bir durum söz konusudur. Burada göz göre göre yapılan bilinçli bir tercih vardır.

Dikkat ederseniz belirli aralıklarla hep aynı konuları konuşuyor, benzer sıkıntıların etrafında dönüyoruz. Ama hiçbir zaman kalıcı bir netice alınamıyor. Bu hâdise de bir müddet daha gündemi işgal ettikten sonra rafa kaldırılıp soğumaya terk edilecek, yeni bir fiyasko yaşanana kadar da unutulacaktır.

Ancak içtimâî bir mutâbakatla bu işin önü alınabilir. Onun için de cemiyet olarak bazı
şeylerden vazgeçmemiz gerekiyor. Yoksa belediye, sanatçı ve halk üçgenindeki bu al gülüm ver gülüm ilişkisi devam ettikçe içine düştüğümüz israf da son bulmaz. Bu tür
organizasyonlara harcanan paranın düşük mü yüksek mi olduğundan evvel, onların bizim için ne anlam ifade ettiği sorgulanmalıdır.

Unutmayalım ki bu çılgınlığın peşinden koşmaya devam ettikçe her sahada kaybeden dâima biz olacağız.

Bu ülkede medya fenomenleri hakikî kıymetlerin önündedir. Bir Kemal Karpat, bir Mehmet Genç, bir Niyazi Özdemir… Ya da ömrünü Türkçe’nin içine yuvarlandığı uçurumu gözler önüne sermeye adamış Oktay Sinanoğlu…

Hangisi bu millete yaptığı katkılardan dolayı tamtam müzikleri eşliğinde sahne alıp neon ışıkları altında zıplayanlar kadar ödüllendirilmiştir?

Görülüyor ki, silkinmeye, uyanmaya ve esaslı bir zihniyet reformuna ihtiyacımız var. Bu da ancak toplumun köşe bucak suçlu aramaktansa, suçluyu aynanın karşısına geçerek öncelikle kendi öz benliğinde aramasıyla başlayacak.

Burada ilk olarak bu konserin altında imzası olanlara, daha sonra ise bu tür organizasyonları düzenlemeye teşne olan bütün iktidar sahiplerine bir sorumuz olacak:

Cumhuriyeti ilân edenler onu, hiçbir yükün altına girmeden sadece yüz bir pare top atışıyla ilân etmişlerdi.

Acaba cumhuriyeti kutlayanların bu iş için, kendilerini kör kuyulara atacak kadar devâsâ harcamalar yapmaları doğru mudur? Eğer artık gerçekten israfın önüne geçmek istiyorsak işin püf noktasına dokunmak zorundayız.